ÜNYE, ORDU

•Nisan 30, 2022 • Yorum Yapın

meriç aksu…

muhteşem fotoğraflar…

ruhu besleyen.

gözü-gönlü açan.

her karesinde meraklandıran ve “kalk ve gez-gör!” diyen…

Meriç Aksu'nun Gezi Fotoğrafları

ÜNYE, ORDU

 

 

 

 

View original post

HUMAN – İNSAN

•Nisan 30, 2022 • Yorum Yapın

HUMAN – İNSAN

MERİÇ AKSU… FOTOĞRAFÇI….

ama

öyle-böye değil.

vizörden ruhu ve kalbi aynı anda kuşatıyor ân’ı

gözü de ruhu da besleyen bir macera yaşatıyor size her karesi…

ben fotoğraflarına bayıldım.

•Temmuz 15, 2017 • Yorum Yapın

HAYATIMIZIN ŞİİRİNİ ÇALAMAYACAKSINIZ!

İSMAİL CANBULAT

-15 Temmuz Büyük Halk Devrimi’nin bütün aslan yüreklilerine ithaf edilmiştir-
“İnanca hayat veren eylemdir.”

Osman Bayraktar


Geceyi yırtmaya çalışıyorlardı ama onu onaran vardı.

Bebelerin uykularını, çalınmış jetlerle çalan Deccal’in Askerleri,  ölmüş sayılan bir milletin dualı göğsüne çarparak mahvolduklarında; uykudaki bir çok bilinç de, o ‘erkekoğlu aslan’ kahramanların çıplak ellerinde yükselen “büyük halk devrimi”nin ışığıyla uyanmıştı. 

Çağdaş, o, güvez renkli muhteşem geceye, caddedeki tankları çılgınca alkışlayan ve sevinç çığlıkları atarak, arkadaşlarına; “Oldu, sonunda kurtulduk!”, “Hayırlı olsun!”  şeklinde telefonlar açtıklarına şahit olduğu ailesiyle birlikte yaşadığı “Cadde’de”, mahallede başlamıştı.

Çağdaş, ailesine ve mahallesine benzemeyen bir çocuktu. 

Ortaokuldaki tarih öğretmeni Şükrü Bey onda çok büyük izler bırakmıştı. Çağdaş, ona anlatılan tarihe inanmamış, hep okumuş, sorgulamış ve akletmişti. Şükrü Hocası sayesinde milletinin gerçek tarihini ve bugünü tarihle yorumlamayı öğrenmiş, sevmişti. Sonrasında bu ilgisi giderek büyümüş ve ailesinin bütün karşı çıkmasına rağmen Marmara Üniversitesi tarih bölümüne girmişti.

19 yaşındaydı. Bilinçli ve inançlı bir çocuktu Çağdaş. Adının gerçekte taşıdığı anlama layık biçimde bir vatan sevgisine, bu topraklara aidiyet bilincine sahipti, büyük milletine de inancı her zaman tamdı. Bu yüzden 15 Temmuz gecesi olan biteni hemencecik kavradı, kalkışmanın niyetini anladı. 

Ne yapması gerektiğini biliyordu. 

O yüzden, ailesi ve  onlar gibi ruhu-vicdanı hastalanmışlar telaşla markete, ATM’ye, benzin kuyruğuna; Çağdaş ise köprüye gitmişti. O an, devlet büyükleri henüz bir açıklama yapmamışlardı bile.

Geçtiği sokaklarda, insanların gruplar halinde, ellerinde bayraklarla bir araya gelip, daha büyük gruplara dönüşerek köprüye aktıklarını görüyordu Çağdaş.

O silahların gerçek sahipleri; vicdanları “şeytanın desisesi ve iktidar yıkma şehvetiyle” kör olmuş ‘vatan gaspçılarından’, çaldıkları silahları geri istiyorlar; “Yapmayın! Siz bizim askerimizsiniz! Gelin teslim olun!” diyorlar, bazen  onları kucaklayarak ikna etmeye çalışıyor, yalvarıyor, gözyaşı döküyorlar; Ama onlara ölmüş ve efsunlanmış gözlerle bakıyordu üniformalı eşkiyalar, vatan haini kâfir Fetoş’un köpekleri caniler, katiller!

Vatansever ve demokrat insanların üzerine doğrudan ateş ediyor, çaldıkları tanklarla, zırhlı araçlarla kafaları, kolları, bacakları koparıyorlar, içinde insanlar olan araçları kağıt gibi eziyorlardı.

Ama insanlar yılmıyor, korkmuyor; göğüslerindeki iman ve vatan aşkıyla “Haydi köprüye, vatanı savunmaya” diyorlardı çevredekilere ve kalabalık daha da daha da büyüyordu.

Yollarda hızla üzerlerine gelen zırhlılara hep birlikte göğüsleriyle, çıplak elleriyle dur dediler “Bu vatanın gerçek sahipleri ve büyük devrimcileri!”

Milletinin bu denli korkusuzluğunu, zor zamanda omuz omuza vermesini ve kararlılığını hayatında  ilk orada gördü Çağdaş ve Kurtuluş Savaşını hatırladı….

O gece bir kalp ve yürek devrimi yaşandığını, bunun 2. Kurtuluş Savaşı olduğunu anladı ve bunun gelecek nesiller üzerinde ne büyük etkileri olacağını düşünerek acı bir umutla gülümsedi.

O anda gülümsemesini arttıran bir şey oldu Çağdaş’ın; Roman vatandaşların yaşadığı sokaktaki evlerden, ev eşyaları yağıyordu zırhlı araçların, teröristlerin üzerine. Hatta birisi, yatağını sökmüş parça parça atıyordu hainlere. En sonunda cephanesi kalmamış ve son olarak yaylı döşeğini de sallayıvermişti kendisine silah doğrultmuş olan vandalların tepesine! 

Çağdaş, o an aslında ‘nerede’ olduğunu anladı; Uzun süredir bu haramzadelerin, bu şeytanların, bu kâfirlerin, bu hainlerin farkında olanlar, diğer bilinç düzeylerinden, bütün kesimlerden, inançlardan vatanseverler de kendi içlerinde bambaska bir Uyanış ve Diriliş yaşıyor, unuttukları bütün değerleri  hatırlıyor, millet olmanın büyük gücünü idrak ediyorlardı. 

O an, adeta gecenin sonunu görmüştü Çağdaş; Bu aşağılık insanlar eninde sonunda, ütopik devrimlerini, nefret ettikleri Türkiye milletine kaptıracaklar ve “15 Temmuz Büyük Halk Devrimi”  karşısında bütün ‘varoluşları’ tuzla buz olacaktı. Böylesi bir iç savaş ve bölünme kalkışmasına geçit vermeyecekti halk!

Hain ve kâfir haramzade FETÖ’YE ve “onun  üniformalı-üniformasız hain askerlerine” geçit yoktu! 

Köprüye doğru ilerledikçe, artık sokaklar daha da kalabalıklaşmış, her kesimden insan, kimisi sağ, kimisi sol yumruklarını sıkarak vatan müdafaası için, kendi meşreplerince haykırıyor, bedenlerini hiç düşünmeden ortaya koyuyorlardı…

O gece şehrin sokakları da, evleri de, pencereleri, ağaçları, asfaltları da ayaklanmıştı sanki. 

Yeni bir ruh üflenmişti şehre, dağa- taşa, ruh üflemişti gökyüzüne, Türkiye’ye, İstanbul’a. Yeni bir ruh üflenmişti ruhlara! En yaşlılar bile gençleşmişti! 

“Besmeleyi çekmişti” millet bu ruhla, Besmelesiz şeytana karşı! 

Aslında bütün millet bir Besmele gibiydi; her şeyi  yapmaya hazır, her şeyi yapmaya muktedir. Bir Kelime-i Tevhid, bir Tekbir, bir Salavat…  

O Besmele ki, o Tekbir ki, çekildiği an yaktı bütün büyüleri, bedduaları, şeytanları, cinleri!

Sonra ezanlar ve selalar geldi, geceyi onardılar.

Köprüde herkes vardı.

Duyarlı olan, yüreği yanan, ihaneti gören, sırtında şeytanın hançerini hisseden, vatanının, ruhunun, çocuklarının geleceğinin çalınmasına müsaade etmeyecek herkes oradaydı;

İşçisi, memuru, öğretmeni, öğrencisi, ev kadını, sanatçısı, reklamcısı, edebiyatçısı, her kesimden, her siyasî görüşten, her kültürden, her inançtan insan…

Çağdaş, anne babasının aramalarına hiç geri dönmedi. Bu yoldan geri dönülmezdi.

Tankların ve tüfeklerin namluları onlara dönüktü. Önce bu durum onlara bir blöf olarak gözüktü. Gidecekler, kandırılmış askerlerimizi ikna edecekler, milletin bağrına dönün diyecekler ve onları bağırlarına basacaklardı. Lâkin gerçek öyle değildi. Önce köprüye yaklaşanları korkutmak için havaya ateş açmaya başladılar ama kalabalık daha da bilendi o an ve daha büyük bir kararlılıkla gittiler, o, ideolojik körlerin üzerine!

Çağdaş’ın tanıdığı bir güzel şair, tanklara, askerlere karşı şöyle bağırıyordu:  “Vatanımızı, neşemizi çalamayacaksınız! Hayatımızın şiirini çalamayacaksınız!” 

Bu sözler bir manevi kurşun gibi delip geçti tankları, zırhları.. Hasta ruhları kevgire çevirdi ve aniden ateş başladı! 
Şair vuruldu!

 

Çağdaş açılan bu ilk ateşle şok olmuştu, bir Türk askeri kendi halkına nasıl ateş açardı? 

O anda adeta zamanların arasından geçti, tarihe dokundu Çağdaş… 

İşte böyleydi. Çok da şaşılacak bir şey yoktu aslında; Tarih önündeydi. Okuduğu metinlerde, böyle ihanetler yaşanmış olduğunu ve “haşhaşiler” diye bir güruh olduğunu görmüştü.

İlk ateşle yere yıkılanların önce yaralı olduklarını sandı Çağdaş. O da yerde, sırt üstü kalmıştı. Yıldızı bol gökyüzüyle göz göze geldiler. Orada “bir halk devrimi sineması” seyretti Çağdaş, bambaşka bir uyanışı besleyip büyütmekte olan bir manevi rahim gördü orada, bir “Yeniden Diriliş’in toplumsal manifestosunu okudu…

Yerde yatanlara yardım etmek için döndüğünde ise ilk şehitlerle de karşılaşmış oldu Çağdaş. Bu insanlar ne güzeldi, “ne büyüktü ve onların kanları kurtaracaktı geceyi.”

Tekbirler getiriliyor, İnşirahlar, Hasbinallahlar okunuyor, köprü gittikçe kalabalıklaşıyordu. 

Çağdaş bütün gece kardeşleriyle omuz omuza cenk etti bütün dünyaya karşı!

Sabah güneş Boğaz’da, en güzel Bebek taraflarından doğar… Öyle de olmuştu zaten. Işığa boğulmuştu o sabah yine İstanbul. Işığa boğulmuştu köprü. İman ışığıyla boğulmuştu ihanet! Köprü, sahipleri tarafından teslim alınmış, içleri sabahın aydınlığıyla birlikte, muhteşem bir İnşirah hissiyle dolmuştu.

Millet,  o gece Türkiye’mizin her yerinde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Asr-ı Saadet’teki mücahitleri gibiydi; Halk, Hazreti Ali Keremallahu Veche’nin Zülfikar’ı gibi kesip atmıştı o habis urları bünyesinden. Güzelliğini ve haklılığını gasp eden o, ruhlarını şeytana satmışlara bırakmamıştı ülkesini.

Çağdaş, “yaşadığım en gururlu ve en güzel gece bu olacak ömrüm boyunca” diye düşündü ve elindeki bayrağıyla tankın üzerine çıktı.

Günler, haftalar süren gece nöbetlerindeydi Çağdaş hep, o günden sonra… 

Adeta hiç uyumuyordu ve bu haline kendi de şaşırıyordu. Eee bırakmak var mıydı böyle hemen vatan nöbetini? Ülke hâlâ tehdit altındaydı. Bekledi Çağdaş ülkesini.

“Ya Rabbi! Yıllarca masum ve dost görünenlerin gerçek yüzünü gösterdiğin ve toplumsal aydınlanma devrimimizi tamamlattığın için sana binlerce kez şükürler olsun” diye dua etti; “Artık, kimin aslında kim olduğunu biliyoruz, kalbimizle de görüyoruz!”

“7 Ağustos”ta Yenikapı’da toplanan milyonlar, tek bir sıkılı yumrukmuş gibi geldi gözüne Çağdaş’ın. 

Alandaki her kesimden, her meşrepten herkesi ve herkesin kalbindeki o büyük vatan sevgisinin hakikatini o kadar net görüyordu ki bütün ruhuyla, adeta bütün keşif kapıları açılmış gibiydi. Bugünü de görmüştü ya, artık içi çok rahattı.

Bu manevi rahatlık hissini yaşadığı anda, kulağına okunan İnşirah ve Fatiha surelerini duydu. 

Döndüğünde, yanında Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’i gördü; Mübarek kollarını açmış, güzeller güzeli tebessümüyle onu bekliyordu.

Çağdaş’ın anne babası, o gece köprüdeki ilk şehitlerden olan oğullarının acısıyla evlerinde taziyeleri kabul ederlerken; 

“Şehit”, tahtında Rabbine gülümsüyordu.

( İsmail Canbulat, İstanbul, 2016-2017 )

Erguvanlar Geldi! Haydi İstanbul’a! Haydi Boğaz’a!

•Mayıs 12, 2017 • Yorum Yapın

 

eski bir istanbul mahallesinde yolumu kaybettim
ahşap sokaklar adını çağırdı bana

boğaz’ın bütün renkleriyle yürüdüm aşka dair büyülere

avcumdaki aynadan yansıyan yüzüne çakışan yüzüm
elinden tutup attaya gittiğim çocukluğum
eski / sarı bir fotoğrafta kaldı

…ki
bahar patladığında her yer akdeniz olur


bir çiçeğe aşık olur
mezar taşlarındaki hayat izleri
*
….

Baharla birlikte günler uzuyor sana doğru, sevgili İstanbul.

Gönüller meylediyor senin güzel ruhuna, ümitvâr yüzüne, tohumlar çatlatan bahar haline.

Adını söylemek bile güzel senin… Adın hep tatlı bir gülümsemeyle söyleniyor aziz, cânım İstanbul. Adının kuralı bu.

O gülümsemede erguvanlarının yeri çok müstesnâ.

…………

gzt.com ‘daki  Yazının tamamı burada:

Necip Tosun – Yazarların Günlük Ritüelleri

•Mart 23, 2017 • Yorum Yapın

Üstad Necip Tosun’un özelinden, bütün yazarlara ve edebiyat dostlarına ışık olacak anlatımlar…

İPEKLİ MENDİL

Necip TosunYazıyla geçen bir gününüz nasıl geçer? Nasıl programlarsınız?

Keşke, edebiyatı hayat tarzı olarak yaşıyorum, edebiyat bütün bir günümü kuşatıyor diyebilseydim. Yazık ki böyle değil. Hayatımızı kazanmak için, günümüzün önemli bir kısmını edebiyat dışı işlerde geçirmek durumundayız.  Ve bunun yanında çeşitli toplumsal, ailesel zorunlulukları yerine getiriyoruz. Dolayısıyla edebiyatı bu zorunlulukların/rollerin bir yerlerine sıkıştırmakla karşı karşıya kalıyoruz. Ben bu zorunlulukları verime dönüştürmeye çalışıyorum. Mesai içinde bir “gözlemci” olarak, mesai dışında ise “sıkı okumalar” olarak bunu gerçekleştirme çabası içindeyim. Gözlemek ve okumakla “biriktiriyorum”. Mesai sonrası kitabevlerine uğruyor, kitaplar arasında kendimi kaybediyorum. İlle de sinemaya yer ayırıyorum. Dost sohbetlerinde dikkatimi, gündemi yakalamaya gayret ediyorum. Bütün bu biriktirdiklerimden “taşanları” ise yazıya dökmeye, paylaşmaya uğraşıyorum.

Okuma, yazma serüvenim boyunca belli bir disiplin ve kuralla çalıştığım için rastgele kitap okuma alışkanlığım hiç olmadı. Her zaman çalıştığım veya ilgilendiğim bir konunun gerektirdiği kitapları okurum.  Çantamda, iş yerinde, evdeki çalışma masamda hep “ödev kitaplarım” oldu… Özellikle sabahın ilk saatleri…

View original post 560 kelime daha

Rumelihisarı’nda Bir Ali Baba Vardı – Cezmi Ersöz (1996)

•Mart 15, 2017 • Yorum Yapın

Leylek ve Levrek

Meltem bize derslerde hep anlatırdı Ali Baba’yı.
Ali Baba, bugün Cezmi Ersöz’ün Son Yüzler adlı kitabında birden karşıma çıkıverdi ve ben de çok duygulandım. Sizinle paylaşayım istedim…
screen-shot-2016-12-08-at-15-19-46
Rumelihisarı’nda Bir Ali Baba Vardı – Cezmi Ersöz (1996)
Hisar’daki kıyı insanları,yaz ve kış, gece ve gündüz alkolün eşliğinde, binbir renk ahenkle akan denizi seyredip, ona binbir yorum getirir… Bir deniz şehrinde, denizi seyredip onu yorumlayan alkol adamları yoksa o şehirde hayat bitmiş, o şehrin kalbine gölge inmiş demektir.

View original post 619 kelime daha

NAYLON DUYARLILIKLAR İŞPORTACISI

•Mart 10, 2017 • Yorum Yapın

Bu haftaki yazımda “Alternatif Kurumlarımızı” yazdım:
NAYLON DUYARLILIKLAR İŞPORTACISI

…..

Ülkemizde ve benim etrafımda alternatif gruplar, kurumlar var artık! Evet! Kimisi çok önceden kurulmuştu, birçoğu da yeni kuruldu ve sürekli yenileri de kurulmaya devam etmekte… 
Değişen dünya şartlarına, gündelik yaşam zorunluluklarına, insan, siyaset, toplum ilişkilerine artık cevap vermekten uzak kalmış kurumlara karşı, doğal olarak ortaya çıktılar.
Resmî olmayan, tabelası olmayan ama fiilen hayatın içinde yaşayan ve birçok üyesi, müdavimi olan kurumlar bunlar. 
Eski dünyanın köhnemiş kurumlarından sıkılanlar için de birebirler!
Örnek mi? Buyurun;

……
http://www.gzt.com/yazarlar/i%CC%87smailcanbulat/naylon-duyarliliklar-isportacisi-2036682

geceye benzeyen varlığını yakadur

•Mart 9, 2017 • Yorum Yapın

“Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen varlığını yakadur.
Yazı yazılırken eli görmeyen kişi, yazı kalemin oynamasıyla yazılıyor sanır.”
Hazreti Mevlana

“Dünyanın duyduğu hikâyeler değişirse dünya değişir”

•Mart 4, 2017 • Yorum Yapın

gzt.com’daki Bu haftaki yazım:

“Dünyanın duyduğu hikâyeler değişirse dünya değişir”

Bir “Judith Liberman” ve “Masal” yazısı..

“Dünyanın duyduğu hikâyeler değişirse dünya değişir”

 

Judith Malika Liberman - MASAL BU YA - Büyüklere Masallar.jpg

…..

“Hepimiz hikâyelerden oluşuruz; duyduğumuz, anlattığımız, topluluk olarak paylaştığımız hikâyelerden. Hakikatimiz, hikâyelerden örülmüş bir duvar halısıdır; bu yüzden hikâyelerimizi değiştirerek kendimiz de değişebilir, kendimizi iyileştirebiliriz. Dünyanın duyduğu hikâyeler değişirse dünya değişir” diyor; masal anlatıcısı, hayal gördürtücüsü, yazar, sanat terapisti ve “kolaylaştırıcı” (Judith Malika Liberman)

………………

Artık her hafta, her ay, bir farklı mekânda masal günleri, geceleri düzenlenmeye başladı ve insanlar hınca hınç dolduruyorlar bütün o etkinlikleri… Biletler, kayıtlar haftalar öncesinden rezerve oluyor. Sadece şehirlerde değil, birçok ilçede, köylerde bile düzenlenir oldu artık anlatı geceleri.

“Masal, hikâye anlatma eğitimleri” ve farklı workshoplar da büyük ilgi görüyor. . “Kalbinin sesini dinleyip, yeni yolculuklar ve yeni hikâyelerin peşinde” koşup hayatının akışını tamamen değiştirenler bile var; Tıpkı, “Ruhu Bohçada Gezen” Hikâye Anlatıcısı (Hülya Tosun) gibi…

DERTSEL DÖNÜŞÜM

•Şubat 23, 2017 • Yorum Yapın

“…

Jean M. Twenge, BEN NESLİ adlı eserinde:  “Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli ve iddialı, fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?” Diye soruyor.

Hayattan çok şey beklemeyi öğrenen, kendisi eğer isterse “her şeyi” yapabileceğini düşünen ama hayal kırıklığına uğrayınca da ‘bozguna uğratan endişe’ ve ‘mahveden depresyonla’ baş başa kalan “ben” nesli.

Onlarla birlikte bizim de dertlerimiz farklılaşıyor.

Saatlerce, günlerce yerinden kalkmadan dizi seyreden, bilgisayarda oyun oynayanlar için tedavi merkezleri bile var artık…

Bu çağın en büyük yıkımlarından biri, aynı evdeki insanların, ailenin, ayrı odalarda birbirinden kopuk ve habersiz yaşamaları… 

Herkes kendi TV’sinin ya da bilgisayarının, telefonunun önünde esarette ve evdekiler neredeyse birbirleriyle görüşmek için randevulaşmak zorundalar. ( Salonda buluşmak için birbirine mesaj atan aile fertlerini gördü bu gözler –Bu da ne ki mi diyorsunuz yoksa!?-)

….​

http://www.gzt.com/yazarlar/ismailcanbulat/dertsel-donusum-2036398